Ayşe arman'ın 5 Ocak 2008 de köşesinde yazdığı,içimi fazlaca acıtan Kerem Yılmazer röportajı.. HSBC bankasının bombalanması sırasında o yolda trafikte kırmızı ışıkta duran mağdur Kerem Yılmazer ve eşinin 4 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen dinmeyen ölüm acısı..Yazıyı okuyun ve sevdiklerinize bir kez daha sarılın...IRMAK
Kerem Yılmazer ve Göksel Kortay. Hep içimi acıtmış bir hikayedir: Birbirini seven, saygılı, kibar, ince ve birbirine düşkün bir çift... Birdenbire, hiç hesapta yokken, ortada makul bir sebep yokken...Kötü talih, kötü tesadüf, kötü kader, ne diyeceğimizi bilmediğimiz bir şeyle ayrıldılar birbirlerinden... HSBC binasında bomba patladığında Kerem Yılmazer arabasındaydı ve düzgün bir adam olduğu için kırmızı ışıkta durmuştu. Durmayan uyanık şoförlerin hayatı kurtuldu, Kerem Yılmazer ise gitti. Geride Göksel Kortay kaldı. Hálá kocasına sırılsıklam aşık bir kadın. Acılı ve yalnız bir kadın. Aradan 4 yıl geçmiş olmasına rağmen hálá acısıyla baş edemeyen bir kadın...
Eşinizi HSBC patlamasında kaybettiniz. Siz, "geride kalansınız." Bu nasıl bir duygu?
Korkunç bir duygu. O gün ben de öldüm. Evet, yaşıyorum, nefes alıyorum ama aslında yaşamıyorum, yalnızca cismen varım. Artık yaşamışım yaşamamışım, hayattaymışım değilmişim hiç önemli değil. Oysa yaşamak, müthiş zevk aldığım bir şeydi. Hayata karşı tutkuluydum, iştahlıydım. Mesleğimi ölünceye kadar yapmak istiyordum. Şimdi o ışığı da kaybettim. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Eskiden bir ay bile sahneden uzak kalsam ağlamaya başlardım, ben niye orada değilim diye. Artık o duygum da öldü. Bedenen varım ruhen yokum. "Geride kalmak", işte böyle bir duygu...
Eşinizi kaybedeli 4 yıl oldu, acınız hiç dinmedi mi?
Hiç. Onu düşünmediğim bir tek an bile yok. Her sabah onunla uyanıyorum, yolda yürürken, markete giderken... televizyon seyrederken, yemek yerken, tek başınayken, kalabalık içindeyken... Hep onunlayım. Kafamda sürekli Kerem, Kerem, Kerem... Yüzü, gülümsemesi gitmiyor gözümün önünden. İçim oyuluyor sanki, tarifsiz bir acı. "Zamanla azalır, alışırsın, geçer" dediler. Hayır, azalmıyor. İçimdeki tufanlar, kasırgalar, yangınlar bitmiyor. İki sene evden dışarı çıkmadım, hiçbir yere gitmedim. Ama bir taraftan da yaşama dönmek zorundaydım. Yoksa ya kafayı oynatacak tımarhaneye gidecektim, ya boynuma taş bağlayıp kendimi Sarayburnu'ndan atacaktım, ya da toparlayabildiğim kadar kendimi toplayacaktım. Ben üçüncüyü seçtim. Seçtim ama...
Zaman, ölümü kabullenmenize yardımcı olmadı mı?
Hayır olmadı. Herkes gibi ölümü ben de düşünürdüm. "Kalp krizi, kanser, deprem, yangın, hatta uçak kazası olabilir, her an hepsi başımıza gelebilir" derdim. Ama bu, aklımın alabileceği bir ölüm şekli değildi. Bir de Kerem kadar nazik, ince, kibar bir adamın bu kadar hunharca ölmesi, katledilmesi... O kadar feci ki... Ne anlayabildim, ne hazmedebildim, ne de kabullenebildim. Zaten artık bomba sözcüğünü duyduğumda, ya da televizyonda bombalanma görüntüsü izlediğimde, kanım çekiliyor. Sinirim bozuluyor, hemen ağlamaya başlıyorum. Benazir Butto'da mesela, delirecek gibi oldum. Ya da o gencecik askerler mayına basıp şehit olmuyor mu, analarıyla birlikte ben de ağlıyorum, Kerem'im için de ağlıyorum. Ne hissetti acaba? Çok canı yandı mı?
Evde onun hatırası ile yaşamayı sürdürüyor musunuz?
Her yerde hálá Kerem'in fotoğrafları var. Onlara bakıyorum, konuşuyorum. Hep karşımda dursunlar istiyorum. Çok sevdiği giysilerini de mesela veremedim, hatta yıkamadım, gidip gidip kokluyorum. Bunları yapabiliyorum. Ama birlikte gitmeyi çok sevdiğimiz restoranlara gidemiyorum. Birlikte dolaşmayı çok sevdiğimiz sokaklarda gezemiyorum. Sinemaya ele ele giderdik, çıkınca filmi tartışırdık, şimdi afişlere bile bakamıyorum. Bazen gecenin bir yarısı kendimi kaybedip bağırmaya başlıyorum: "Bana bunu nasıl yaptın? Beni bırakıp nasıl gittin? Göksi'ne bunu nasıl layık gördün!" diye. Sanki onun suçuymuş gibi...
Aklınıza onun daha önce öleceği hiç gelir miydi?
Yok. Nedense ben ondan önce giderim diye düşünüyordum. Çünkü ben kendime hiç bakmam, vitamin almam, yemeğime dikkat etmem, uykuma da öyle. Hatta ölümünden bir hafta önce, tansiyonum yükseldi, 22'ye çıkmış, Holter cihazı takıldı, neyse bir şey olmadı ama onu takip eden günlerde içimde tarif olmayan bir sıkıntı. Kerem de, "Neyin var Göksicim?" diyor. "Sıkılıyorum" diyorum. "Neye sıkılıyorsun?" Sonunda baklayı ağzımdan çıkardım: "36 yıldır birlikteyiz, ne kadar çabuk geçti değil mi? Evlendiğimiz gün, daha dün gibi..." Böyle deyince bana sarıldı, gözlerinin içine baktım dedim ki: "Ben öleceğimi hissediyorum Kerem. Böyle bir şey istenmez ama bana söz ver. Ben öldükten sonra kimseyle evlenmeyeceksin. Dayanamam..." "Göksicim, deli misin, tabii ki senin üzerine gül koklamam, sen zaten ölmeyeceksin, biz birlikte yaşlanacağız" dedi. Sarıldık, ağlaştık. Ve bir hafta sonra o öldü...
En çok ne içinizi acıtıyor?
Yalnızlık. Keskin, koyu bir yalnızlık. Kerem beni hiç yalnızlığa alıştırmadı. Markete giderdim mesela, telefon ederdi, "Eve geldim, nerdesin?" "Markette..." Bir bakarım 5 dakika sonra yanımda biter. "Niye geldin?" "Yalnız yürüme diye, sana yardıma geldim." Doktora mı gideceğim? Yanımda. Eczanede tansiyonumu mu ölçtüreceğim? Yanımda. Nereye gidersem gideyim, o hep benim yanımda. Şimdi kimse yok tabii. Doktora gidiyorum, bekleme salonunda oturuyorum, Allah Allah Kerem nerede kaldı diye bakıyorum. Sokaklara çıkıyorum, sanki karşıdan gülerek gelecekmiş ve beni bulacakmış gibi geliyor. Sanki hiç ölmemiş gibi. Sanki o hazin olay yaşanmamış gibi. Hálá her an onun bir yerlerden çıkmasını bekliyorum. Korkarım son nefesime kadar da beklemeye devam edeceğim...
Nasıl bir ders çıkarttınız bu yaşadığınız felaketten?
Ders mers yok, gerçek var, gerçek şu: Her an başımıza böyle trajediler gelebilir. Geldi işte... Ki ben kocamın kıymetini bilmiş bir kadınım, ama keşke daha çok bilseydim, keşke daha çok sarılsaydım, daha çok öpseydim onu... Gerçekten sahip olduğunuz sevgiden daha kıymetli hiçbir şey yok hayatta, kıymetini bilmek lazım, çünkü yarın elinizden kayıp gidebilir, yarın sevdiğiniz adamı, kadını kaybedebilirsiniz. Saçmasapan şeyler için problem yaratmaya gerek yok, önemli olan tek şey onun orada olması. Meğer sevdiğin insanın varlığı, orada olması bile yetermiş... Yok geç gelmiş, ilgi göstermemiş, bardağı mutfağa götürmemiş, ne bileyim badanacıyı zamanında çağırmamış, bunların hiçbirinin önemi yokmuş. Ama maalesef, insanlar bunun farkına varamıyor. Gereksiz, fasarya şeyler için birbirini tüketiyor.
Siz birbirinize çok düşkün bir karı kocaydınız değil mi?
Hem nasıl. Günde 30 kere birbirimize telefon ederdik. Ölümünden bir hafta öncesinin SMS mesajlarını saklıyorum, "Seni seviyorum, özledim, hadi gel artık" diye mesajlar atmışız. Sanki 30 yıldır birlikte değilmişiz gibi, sanki dün tanışmışız, yeni sevgili olmuşuz gibi. Birbirimizin gözünün içine bakardık. Denizde fazla kalsam, "Hadi çık artık" derdi, güneşte biraz fazla dursam, başıma güneş geçecek diye telaşlanırdı. Birbirimizin üzerine titrerdik.
Yine de hayattasınız, devam ediyorsunuz. Aksi takdirde ilaçlarla yaşardınız, alkolik olurdunuz, kendinizi bir kanepeye atar, öylece kalırdınız...
Valla, iki sene kaldım zaten. Evdeki kanepede öylece oturdum. Hálá da birilerine söz vermemişsem, ya da işim yoksa o kanepede yaşıyorum. Sabah 9'dan gece 3'e kadar. Giyinmeden perişan bir halde, bilmece çözüyorum. Ya da internete giriyorum. Ama kitap okuyamıyorum, çünkü konsantre olamıyorum. Kerem'li geçmişime dalıyorum. Para meselesini nasıl çözümlüyorsunuz?- Babamdan ve Kerem'den kalma cüzi bir maaşım var. Bir de tiyatro dersleri veriyorum. Üniversitede hocalık, beni hayata bağlıyor. O çocuklar beni müthiş oyalıyor. Mesajlar atıyorlar, arıyorlar, ayılıyorum. Bir de seyahatler. Arkadaşlarımla seyahate çıkınca, kendimi yalnız hissetmiyorum. Ama uçaktan iner inmez, üzerime bir keder çöküyor. Çünkü karanlık boş bir eve geleceğimi biliyorum. Gerçekten de anahtarla kapıyı açıp eve girince, fena oluyorum. Bavulları içeri sokuyorum ve onların üzerine oturup, ağlamaya başlıyorum. Yalnızlık inanılmaz kötü bir şey. Son zamanlarda bir de şöyle bir korku kapladı içimi: "Ya ben, gecenin üçünde hastalanırsam ne olacak? Kime ne diyeceğim? Sabahı nasıl bulacağım?"
Peki daha ilerki yılları hiç düşündünüz mü?
Düşündüm. Yakacık'taki huzurevi olabilir. Kerem'le birlikte gezmiştik, pek beğenmiştik, "İleride buraya yerleşelim" demiştik. Bu sıralar orayı çok sık düşünmeye başladım. Bu apartmanı terk etmek istemeyişimin tek nedeni de, alt komşum Suna Keskin. Yıllar içinde kardeşim gibi oldu. Çok bunaldığımda üzerimdeki gecelik ve sabahlıkla onlara inebiliyorum. Ama gece 11'den sonra onlar da uyuyor. Yine yalnızım...Özel bir şey soracağım: "İnsanı öldürmeyen şey, daha kuvvetli kılar" derler ya, bu sizin için de geçerli mi? Daha güçlü oldunuz mu? - Hayır. Ben kendimi güçlü bir insan olarak bilirdim. Ama bu olayda öğrendim ki, ben güçlü filan değilmişim. Ve insanın karısının ya da kocasının ölmesi başka bir şeymiş. Eskiden "Anneyi, babayı, kardeşi bulamazsın" derdim, "Ama koca bulunur..." Çok yanlış düşünüyormuşum, hiç öyle değilmiş işte, bizimki gibi sağlam ilişkilerde, karı-kocanın ötesinde bir şey oluyormuşsun. Benim, yaşamımın temel direği yıkıldı. Benim, dünyam başıma yıkıldı. Tek tesellim, bir gün yine ona kavuşacak olmam...