#header img { margin-left: auto; margin-right: auto; } /* Outer-Wrapper ----------------------------------------------- */ #outer-wrapper { width: 660px; margin:0 auto; padding:10px; text-align:left; font: normal bold 99% Trebuchet, Trebuchet MS, Arial, sans-serif; } #main-wrapper { width: 410px; float: left; word-wrap: break-word; /* fix for long text breaking sidebar float in IE */ overflow: hidden; /* fix for long non-text content breaking IE sidebar float */ } #sidebar-wrapper { width: 220px; float: right; word-wrap: break-word; /* fix for long text breaking sidebar float in IE */ overflow: hidden; /* fix for long non-text content breaking IE sidebar float */ } /* Headings ----------------------------------------------- */ h2 { margin:1.5em 0 .75em; font:normal bold 95% Trebuchet, Trebuchet MS, Arial, sans-serif; line-height: 1.4em; text-transform:uppercase; letter-spacing:.2em; color:#C94093; } /* Posts ----------------------------------------------- */ h2.date-header { margin:1.5em 0 .5em; } .post { margin:.5em 0 1.5em; border-bottom:1px dotted #dc80ff; padding-bottom:1.5em; } .post h3 { margin:.25em 0 0; padding:0 0 4px; font-size:140%; font-weight:normal; line-height:1.4em; color:#8c39ac; } .post h3 a, .post h3 a:visited, .post h3 strong { display:block; text-decoration:none; color:#8c39ac; font-weight:bold; } .post h3 strong, .post h3 a:hover { color:#e7aaff; } .post p { margin:0 0 .75em; line-height:1.6em; } .post-footer { margin: .75em 0; color:#C94093; text-transform:uppercase; letter-spacing:.1em; font: normal bold 86% 'Trebuchet MS', Trebuchet, Arial, Verdana, Sans-serif; line-height: 1.4em; } .comment-link { margin-left:.6em; } .post img { padding:4px; border:1px solid #dc80ff; } .post blockquote { margin:1em 20px; } .post blockquote p { margin:.75em 0; } /* Comments ----------------------------------------------- */ #comments h4 { margin:1em 0; font-weight: bold; line-height: 1.4em; text-transform:uppercase; letter-spacing:.2em; color: #C94093; } #comments-block { margin:1em 0 1.5em; line-height:1.6em; } #comments-block .comment-author { margin:.5em 0; } #comments-block .comment-body { margin:.25em 0 0; } #comments-block .comment-footer { margin:-.25em 0 2em; line-height: 1.4em; text-transform:uppercase; letter-spacing:.1em; } #comments-block .comment-body p { margin:0 0 .75em; } .deleted-comment { font-style:italic; color:gray; } .feed-links { clear: both; line-height: 2.5em; } #blog-pager-newer-link { float: left; } #blog-pager-older-link { float: right; } #blog-pager { text-align: center; } /* Sidebar Content ----------------------------------------------- */ .sidebar { color: #c94093; line-height: 1.5em; } .sidebar ul { list-style:none; margin:0 0 0; padding:0 0 0; } .sidebar li { margin:0; padding-top:0; padding-right:0; padding-bottom:.25em; padding-left:15px; text-indent:-15px; line-height:1.5em; } .sidebar .widget, .main .widget { border-bottom:1px dotted #dc80ff; margin:0 0 1.5em; padding:0 0 1.5em; } .main .Blog { border-bottom-width: 0; } /* Profile ----------------------------------------------- */ .profile-img { float: left; margin-top: 0; margin-right: 5px; margin-bottom: 5px; margin-left: 0; padding: 4px; border: 1px solid #dc80ff; } .profile-data { margin:0; text-transform:uppercase; letter-spacing:.1em; font: normal bold 86% 'Trebuchet MS', Trebuchet, Arial, Verdana, Sans-serif; color: #C94093; font-weight: bold; line-height: 1.6em; } .profile-datablock { margin:.5em 0 .5em; } .profile-textblock { margin: 0.5em 0; line-height: 1.6em; } .profile-link { font: normal bold 86% 'Trebuchet MS', Trebuchet, Arial, Verdana, Sans-serif; text-transform: uppercase; letter-spacing: .1em; } /* Footer ----------------------------------------------- */ #footer { width:660px; clear:both; margin:0 auto; padding-top:15px; line-height: 1.6em; text-transform:uppercase; letter-spacing:.1em; text-align: center; } -->

15 Temmuz 2008 Salı

Mutlu sonla bitmiyor...


Ne vakit bir yerde mutluluk görsem dudağımdan “uzun ömür” dileği dökülüyor artık.Bir yerde, birinin gözünde, bir omuzda, sevdiklerini sarmalayan bir kolda mesela, bir mutluluk görsem, hep aynı şey...“Uzun ömürlü olsun” diye fısıldıyorum.Farkında bile olmadan, kendiliğinden...Çünkü biliyorum, mutluluk uçucudur...Kaçıcıdır, biticidir...Zamansızdır, boyutsuzdur...Olmadık anda gelir, beklenmedik bir sabah çıkıp gidiverir.Ne tetikte olmak; ne “bir gün bitecek biliyorum” diye hazırlanmak ne de “bitmesin” diye paralanmak...Hiçbirinin faydası yoktur, siz de bilirsiniz.Eskici kılığında gelir mutluluğun tırpanı. Yıpranmış günlerin rengi solmuş anılarını alır eline. “Güçlü ve sağlam olduğu iddia edilen bir gelecek”le değiş tokuş önerir.Öteki kadın ya da öteki erkek kılığında çıkagelir.Kariyer ya da işsizlik çarşafına bürünür...Hastalıkla giriş yapar kimi zaman. Ama her defasında alır gider mutluluğu.Çünkü mutluluk bir kaba sığmaz, saklanamaz, miras bırakılamaz...Bilirsiniz, kırılgandır.Bilirsiniz işte; ederi yüksektir! Ne vakit bir yerde bir mutluluk görsem dilimde aynı dua artık: “Uzun ömürlü olsun.” En son onlarda görmüştüm galiba.Karısını kucaklamış, kızına sarılmıştı.Mutluydular, değil mi? Siz de görmüştünüz o resmi...Günümüzde kaç erkek bunca uzun yıl sarabiliyor aynı kadının omzunu, kaç kadın uzun yıllar tutunabiliyor aynı omza, kaç çocuk anne babasıyla birlikte büyüyebiliyor huzur içinde?Kaç aile “biz mutluyuz” diyebiliyor yirmi, otuz yılın sonunda?Demeseler de, kaç kişinin yüzünde görebiliyorsunuz yer etmiş bir huzuru, mutluluğu ve sükûneti?Nerede bir mutluluk görsem aynı dua dilimde: “Bari bu uzun ömürlü olsun...” Mutluluğun tırpanı bazen tam da adı üzerinde, ölümle geliyor...Güneşli bir tatilin, güzel bir yemeğin, dostlarla bir sohbetin sonunda...Tak diye bitiriyor işini...Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın ani ölümü işte tam da bu sebeple, mutluluğun kırılan resminin tam ortasında hayatta kalanlara daha da acı geliyor.O resmi hatırlıyorsunuz değil mi? Anne-baba-çocuk ne güzeldiler, ne güzeldiler karı koca birbirlerine sarıldıklarında...Artık hiçbir film mutlu sonla bitmiyor evet ama...Hiç olmazsa film uzun sürseydi diye kederleniyor... İCLAL AYDIN
HERKESİN UPUZUNN ÖMÜRLÜ MUTLULUKLARI OLSUN...

3 Haziran 2008 Salı

Söz bitti...


Söz Bitti

Yarından haber yok dün bitti
Saatler son günü çalıp gitti
Yeminler yaşlandı dudaklarda
Düğümlendi derken söz bitti
Vagonlar bir dolup bir boşaldı
Kuruyan gözlerim yine yaşardı
Sarardı sırayla fotoğraflar
Ne hayatlar içimde kaldı
Unutursun için yana yana
Unutursun ölüm sana bana
Zaman basıp kanayan yarana
Unutursun... Unutursun...

Duygudaşlık


Yine bir İclal Aydın yazısı..Bazen bende bu bayanla duygu paylaşımı içerisinde olduğumu hissediyorum...Benim yazmak isteyip yazamadığım,aklımdan milyonlarca kelime geçip bir cümle çatısı altında toplayamadığım anlarda yardımıma koşuyor sanki..Yine bir İclal Aydın yazısı ve en etkilendiğim kısmı..Bugün kendimi yine onunla duygudaş ilan ediyorum ...IRMAK


Duygudaşlık

Bazen ruhunuzun bedeninizden yükselen ısıymışcasına sizden çıkıp uzaklaştığını, siz de dahil olmak üzere herkese ve her şeye tepeden baktığını hisseder misiniz?Sanki anlık bir yolculukmuş ama o bir saliseye saatler sığmış gibi bir yorgunluk çöker mi üzerinize?Sadece geceleri değil sözünü ettiğim, gün ortasında aniden geliveren bir ürperme gibi...



Bedenimin demirden dökülmüş bir heykele dönüştüğünü zanneder ve hiç ama hiç kıpırdayamam. Bedensel kıpırtısızlığıma karşın görme, işitme, uzaklaşma ve değerlendirme yetisi sanki üç katına çıkmış olan ruhum hızlı bir yolculuk yapıp dönüverir...“Ne oldu, ne daldın?” diye sorarlar. “Hiiççç” derim “hiç!” Bazen karşımdakinin bedenine girmişim gibi, bazen başka bir şehirde bir masaya oturmuşum gibi, bazen birkaç gün önceye dönmüşüm gibi bir yabancılaşırım kendime. Çok saçma değil mi?Empatik bir zorlanmaya mı böyle bir fantastik bir tanım yapıyorum yoksa ruhsal bir sendeleme mi oluyor bilemiyorum. Bu “yetenek” ya da “ceza” bana bazen anlatmayı gereksiz bulduğum bir mutluluk bazen de derin nefesler almamı gerektiren bir sıkıntı veriyor.
***

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Zamanla azalır alışırsın dediler hayır azalmıyor...

Ayşe arman'ın 5 Ocak 2008 de köşesinde yazdığı,içimi fazlaca acıtan Kerem Yılmazer röportajı.. HSBC bankasının bombalanması sırasında o yolda trafikte kırmızı ışıkta duran mağdur Kerem Yılmazer ve eşinin 4 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen dinmeyen ölüm acısı..Yazıyı okuyun ve sevdiklerinize bir kez daha sarılın...IRMAK








Kerem Yılmazer ve Göksel Kortay. Hep içimi acıtmış bir hikayedir: Birbirini seven, saygılı, kibar, ince ve birbirine düşkün bir çift... Birdenbire, hiç hesapta yokken, ortada makul bir sebep yokken...Kötü talih, kötü tesadüf, kötü kader, ne diyeceğimizi bilmediğimiz bir şeyle ayrıldılar birbirlerinden... HSBC binasında bomba patladığında Kerem Yılmazer arabasındaydı ve düzgün bir adam olduğu için kırmızı ışıkta durmuştu. Durmayan uyanık şoförlerin hayatı kurtuldu, Kerem Yılmazer ise gitti. Geride Göksel Kortay kaldı. Hálá kocasına sırılsıklam aşık bir kadın. Acılı ve yalnız bir kadın. Aradan 4 yıl geçmiş olmasına rağmen hálá acısıyla baş edemeyen bir kadın...


Eşinizi HSBC patlamasında kaybettiniz. Siz, "geride kalansınız." Bu nasıl bir duygu?

Korkunç bir duygu. O gün ben de öldüm. Evet, yaşıyorum, nefes alıyorum ama aslında yaşamıyorum, yalnızca cismen varım. Artık yaşamışım yaşamamışım, hayattaymışım değilmişim hiç önemli değil. Oysa yaşamak, müthiş zevk aldığım bir şeydi. Hayata karşı tutkuluydum, iştahlıydım. Mesleğimi ölünceye kadar yapmak istiyordum. Şimdi o ışığı da kaybettim. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Eskiden bir ay bile sahneden uzak kalsam ağlamaya başlardım, ben niye orada değilim diye. Artık o duygum da öldü. Bedenen varım ruhen yokum. "Geride kalmak", işte böyle bir duygu...

Eşinizi kaybedeli 4 yıl oldu, acınız hiç dinmedi mi?


Hiç. Onu düşünmediğim bir tek an bile yok. Her sabah onunla uyanıyorum, yolda yürürken, markete giderken... televizyon seyrederken, yemek yerken, tek başınayken, kalabalık içindeyken... Hep onunlayım. Kafamda sürekli Kerem, Kerem, Kerem... Yüzü, gülümsemesi gitmiyor gözümün önünden. İçim oyuluyor sanki, tarifsiz bir acı. "Zamanla azalır, alışırsın, geçer" dediler. Hayır, azalmıyor. İçimdeki tufanlar, kasırgalar, yangınlar bitmiyor. İki sene evden dışarı çıkmadım, hiçbir yere gitmedim. Ama bir taraftan da yaşama dönmek zorundaydım. Yoksa ya kafayı oynatacak tımarhaneye gidecektim, ya boynuma taş bağlayıp kendimi Sarayburnu'ndan atacaktım, ya da toparlayabildiğim kadar kendimi toplayacaktım. Ben üçüncüyü seçtim. Seçtim ama...




Zaman, ölümü kabullenmenize yardımcı olmadı mı?


Hayır olmadı. Herkes gibi ölümü ben de düşünürdüm. "Kalp krizi, kanser, deprem, yangın, hatta uçak kazası olabilir, her an hepsi başımıza gelebilir" derdim. Ama bu, aklımın alabileceği bir ölüm şekli değildi. Bir de Kerem kadar nazik, ince, kibar bir adamın bu kadar hunharca ölmesi, katledilmesi... O kadar feci ki... Ne anlayabildim, ne hazmedebildim, ne de kabullenebildim. Zaten artık bomba sözcüğünü duyduğumda, ya da televizyonda bombalanma görüntüsü izlediğimde, kanım çekiliyor. Sinirim bozuluyor, hemen ağlamaya başlıyorum. Benazir Butto'da mesela, delirecek gibi oldum. Ya da o gencecik askerler mayına basıp şehit olmuyor mu, analarıyla birlikte ben de ağlıyorum, Kerem'im için de ağlıyorum. Ne hissetti acaba? Çok canı yandı mı?


Evde onun hatırası ile yaşamayı sürdürüyor musunuz?

Her yerde hálá Kerem'in fotoğrafları var. Onlara bakıyorum, konuşuyorum. Hep karşımda dursunlar istiyorum. Çok sevdiği giysilerini de mesela veremedim, hatta yıkamadım, gidip gidip kokluyorum. Bunları yapabiliyorum. Ama birlikte gitmeyi çok sevdiğimiz restoranlara gidemiyorum. Birlikte dolaşmayı çok sevdiğimiz sokaklarda gezemiyorum. Sinemaya ele ele giderdik, çıkınca filmi tartışırdık, şimdi afişlere bile bakamıyorum. Bazen gecenin bir yarısı kendimi kaybedip bağırmaya başlıyorum: "Bana bunu nasıl yaptın? Beni bırakıp nasıl gittin? Göksi'ne bunu nasıl layık gördün!" diye. Sanki onun suçuymuş gibi...

Aklınıza onun daha önce öleceği hiç gelir miydi?

Yok. Nedense ben ondan önce giderim diye düşünüyordum. Çünkü ben kendime hiç bakmam, vitamin almam, yemeğime dikkat etmem, uykuma da öyle. Hatta ölümünden bir hafta önce, tansiyonum yükseldi, 22'ye çıkmış, Holter cihazı takıldı, neyse bir şey olmadı ama onu takip eden günlerde içimde tarif olmayan bir sıkıntı. Kerem de, "Neyin var Göksicim?" diyor. "Sıkılıyorum" diyorum. "Neye sıkılıyorsun?" Sonunda baklayı ağzımdan çıkardım: "36 yıldır birlikteyiz, ne kadar çabuk geçti değil mi? Evlendiğimiz gün, daha dün gibi..." Böyle deyince bana sarıldı, gözlerinin içine baktım dedim ki: "Ben öleceğimi hissediyorum Kerem. Böyle bir şey istenmez ama bana söz ver. Ben öldükten sonra kimseyle evlenmeyeceksin. Dayanamam..." "Göksicim, deli misin, tabii ki senin üzerine gül koklamam, sen zaten ölmeyeceksin, biz birlikte yaşlanacağız" dedi. Sarıldık, ağlaştık. Ve bir hafta sonra o öldü...

En çok ne içinizi acıtıyor?

Yalnızlık. Keskin, koyu bir yalnızlık. Kerem beni hiç yalnızlığa alıştırmadı. Markete giderdim mesela, telefon ederdi, "Eve geldim, nerdesin?" "Markette..." Bir bakarım 5 dakika sonra yanımda biter. "Niye geldin?" "Yalnız yürüme diye, sana yardıma geldim." Doktora mı gideceğim? Yanımda. Eczanede tansiyonumu mu ölçtüreceğim? Yanımda. Nereye gidersem gideyim, o hep benim yanımda. Şimdi kimse yok tabii. Doktora gidiyorum, bekleme salonunda oturuyorum, Allah Allah Kerem nerede kaldı diye bakıyorum. Sokaklara çıkıyorum, sanki karşıdan gülerek gelecekmiş ve beni bulacakmış gibi geliyor. Sanki hiç ölmemiş gibi. Sanki o hazin olay yaşanmamış gibi. Hálá her an onun bir yerlerden çıkmasını bekliyorum. Korkarım son nefesime kadar da beklemeye devam edeceğim...


Nasıl bir ders çıkarttınız bu yaşadığınız felaketten?

Ders mers yok, gerçek var, gerçek şu: Her an başımıza böyle trajediler gelebilir. Geldi işte... Ki ben kocamın kıymetini bilmiş bir kadınım, ama keşke daha çok bilseydim, keşke daha çok sarılsaydım, daha çok öpseydim onu... Gerçekten sahip olduğunuz sevgiden daha kıymetli hiçbir şey yok hayatta, kıymetini bilmek lazım, çünkü yarın elinizden kayıp gidebilir, yarın sevdiğiniz adamı, kadını kaybedebilirsiniz. Saçmasapan şeyler için problem yaratmaya gerek yok, önemli olan tek şey onun orada olması. Meğer sevdiğin insanın varlığı, orada olması bile yetermiş... Yok geç gelmiş, ilgi göstermemiş, bardağı mutfağa götürmemiş, ne bileyim badanacıyı zamanında çağırmamış, bunların hiçbirinin önemi yokmuş. Ama maalesef, insanlar bunun farkına varamıyor. Gereksiz, fasarya şeyler için birbirini tüketiyor.

Siz birbirinize çok düşkün bir karı kocaydınız değil mi?

Hem nasıl. Günde 30 kere birbirimize telefon ederdik. Ölümünden bir hafta öncesinin SMS mesajlarını saklıyorum, "Seni seviyorum, özledim, hadi gel artık" diye mesajlar atmışız. Sanki 30 yıldır birlikte değilmişiz gibi, sanki dün tanışmışız, yeni sevgili olmuşuz gibi. Birbirimizin gözünün içine bakardık. Denizde fazla kalsam, "Hadi çık artık" derdi, güneşte biraz fazla dursam, başıma güneş geçecek diye telaşlanırdı. Birbirimizin üzerine titrerdik.

Yine de hayattasınız, devam ediyorsunuz. Aksi takdirde ilaçlarla yaşardınız, alkolik olurdunuz, kendinizi bir kanepeye atar, öylece kalırdınız...

Valla, iki sene kaldım zaten. Evdeki kanepede öylece oturdum. Hálá da birilerine söz vermemişsem, ya da işim yoksa o kanepede yaşıyorum. Sabah 9'dan gece 3'e kadar. Giyinmeden perişan bir halde, bilmece çözüyorum. Ya da internete giriyorum. Ama kitap okuyamıyorum, çünkü konsantre olamıyorum. Kerem'li geçmişime dalıyorum. Para meselesini nasıl çözümlüyorsunuz?- Babamdan ve Kerem'den kalma cüzi bir maaşım var. Bir de tiyatro dersleri veriyorum. Üniversitede hocalık, beni hayata bağlıyor. O çocuklar beni müthiş oyalıyor. Mesajlar atıyorlar, arıyorlar, ayılıyorum. Bir de seyahatler. Arkadaşlarımla seyahate çıkınca, kendimi yalnız hissetmiyorum. Ama uçaktan iner inmez, üzerime bir keder çöküyor. Çünkü karanlık boş bir eve geleceğimi biliyorum. Gerçekten de anahtarla kapıyı açıp eve girince, fena oluyorum. Bavulları içeri sokuyorum ve onların üzerine oturup, ağlamaya başlıyorum. Yalnızlık inanılmaz kötü bir şey. Son zamanlarda bir de şöyle bir korku kapladı içimi: "Ya ben, gecenin üçünde hastalanırsam ne olacak? Kime ne diyeceğim? Sabahı nasıl bulacağım?"

Peki daha ilerki yılları hiç düşündünüz mü?

Düşündüm. Yakacık'taki huzurevi olabilir. Kerem'le birlikte gezmiştik, pek beğenmiştik, "İleride buraya yerleşelim" demiştik. Bu sıralar orayı çok sık düşünmeye başladım. Bu apartmanı terk etmek istemeyişimin tek nedeni de, alt komşum Suna Keskin. Yıllar içinde kardeşim gibi oldu. Çok bunaldığımda üzerimdeki gecelik ve sabahlıkla onlara inebiliyorum. Ama gece 11'den sonra onlar da uyuyor. Yine yalnızım...Özel bir şey soracağım: "İnsanı öldürmeyen şey, daha kuvvetli kılar" derler ya, bu sizin için de geçerli mi? Daha güçlü oldunuz mu? - Hayır. Ben kendimi güçlü bir insan olarak bilirdim. Ama bu olayda öğrendim ki, ben güçlü filan değilmişim. Ve insanın karısının ya da kocasının ölmesi başka bir şeymiş. Eskiden "Anneyi, babayı, kardeşi bulamazsın" derdim, "Ama koca bulunur..." Çok yanlış düşünüyormuşum, hiç öyle değilmiş işte, bizimki gibi sağlam ilişkilerde, karı-kocanın ötesinde bir şey oluyormuşsun. Benim, yaşamımın temel direği yıkıldı. Benim, dünyam başıma yıkıldı. Tek tesellim, bir gün yine ona kavuşacak olmam...

13 Mayıs 2008 Salı

DİET,REJİM,PERHİZ:))

Adı her neyse kod adının biraz sıkıcı olduğu kesin:)) Uğrunda sizi mutluluk krizlerine sokan çikolatadan,sımsıcak mis gibi yeni fırından çıkmış ekmeği içine tereyağı,peynir ile lüpletmemi engelleyen,şu sıcak günlerde içimi serinleten donduşdan vazgeçmemi sağlayan diyet kavramı zor bi şey tabii ki..Zaten dondurmadan vazgeçmicem o konuda diyeti de niyetide bozabilirim:)
Kendimizi kandırmayalım diyetteyken evet sağlıklı besleniyoruz ama pek mutlu olamıyoruz umutlu olmaya çalışıyoruz..Niye kalorili şeyler bizi mutlu ediyo? Niye yasaklar hep tatlı:))
En kısa zmanda başlıyorum diyete zaten alıştırma babında bir şeyler yapıyordum ama zaman hafifleme zamanı..Mevsimler bile hafifliyo,biz niye kışın ağırlığını taşıyalım:)
Dip Not : Geçen gün bi tv programında Ender saraç'ın verdiği bir örnek geçici bi süre olsa da kilolarımdan nefret etmemi sağladı.. Şöyle ki bizden ideal kilo üstü fazla kilolarımız için vücudumuza yağ eklememizi öneriyo:) Nasıl olucak bu iş .. Bildiğiniz margarinleri vücudumuza özellikle en çok kilo alan bel bölgenize bantlayın ve günüzü öyle geçirin diyo..Ne hoş di mi:)
Bu olayın gün içi aktivitelerinde bizi ne kadar çok zorlayacağı malum.. Aynısını siz zaten uyguluyosunuz diyorr..
Biliyoruz :))) Onun için diyete başlıyoruzz. Biliyoruz cevabını ,''alıştık zaten önemli olan zoru başarmak ''kolaysa sen yaşa onlarla ya çevirmemek için :))))

12 Mayıs 2008 Pazartesi

ZAMAN TÜNELİ


Her ihtimalde yaşamayı seven her zaman bir umut vardır ''yaşamak'' diyen ben bazen şu çağda yaşadığıma memnun olmuyorum..

Herşeyin sentetik olduğu bir dönemde gerçeklik payı bulduğum şeyler çok az kaldı..Bugün market rafında bana bakan organik (!) fındıkların gerçekten organik olup olmadığı konusunda kendimi uzun uzun düşünürken yakaladığımda anladım bunu...Emin olmadığım bir çok şey vardı..
Aslında şaşırmak değilde niye böyle tavrıydı bendeki? Malum ülkemizde beyaz peynire kireç,kırmızı bibere kiremit katılırken buna şaşırmak ütopik değildi ..İnsanlar kendi çıkarları için herşeyi yapabilirlerdi bu diğer insanların tek varlıkları sağlıklarıyla oynamak olsa bile...Gerekçe aynıydı maddi yoksunluk..Tabii ki bu örnekler diğerlerine göre en masumlarından.Bilmediğimiz neler oluyor kimbilir olanları yine '' bilmediğimiz'' kategorisine almak istiyorum...
Bir de eskileri düşünüyorum benim eskim ne kadar eski tartışılır tabii..Duyumsadığım eskileri özlemle anlıyorum sadece... Yanlızca gıda da değil toplumun her konumunda bir güven söz konusu olduğu çooook eski yıllardan bahsediyorum...İnsanların birbirlerinin kişisel haklarını koruduğu,saygıya,sevgiye sadık kalındığı,hatır sormanın yardımlaşmanın fazlaca olduğu bir şeylerden korkulduğu (inanç yada kanun) o güzel yıllar..
Nerde ki şimdi o insanlar, onların torunları değil miyiz? Genetik denen yapı benzerliği kanserle,tansiyonla sıçradı da bi tek insanlık hücrelerimizle mi oynamadı?Bugün bir daha o yıllarda yaşamak istedim ve bugün yine yakalandım insanlık hastalığına hemde bunu herkese bulaştırmak isteyerek...

***************

Soruyordum kendime
Neden bu dünya böyle diye
Ne zaman akıtıldı bu zehir
İçimize hem de ta en derine
Cevabı basitti belki
Zaman değildi suçlu sanki
Asıl olan yanıt
Zamanı nasıl geçirdiğimizde gizli.... IRMAK

11 Mayıs 2008 Pazar

CANIM ANNEM


Canım benim,yaşama sebebim, güzel bakışlı meleğimmm..Herkesin annesi özeldir.Çünkü annelik özeldir,kutsaldır..Dünyadaki tek karşılıksız aşktır.Hatta öyle bir aşktır ki ömür boyu hiç bitmez..

Bu aşkın kahramanlarından biri de benim ve bu karşılıklı aşkın ömür boyu sürmesini diliyorum ..Anneler günün kutlu olsun annecim ..İyi ki varsın,İyi ki benim annemsin....

Bir kaç yıl önceki anneler günü denemem,duygularım aynı ve hiç değişmiyecek ....
* * * * * * * * * * * * * * *


IRMAK'ın ANNESİNE


İlkler hep unutulmaz derler.İlk nefesimi hatırlamıyorum ama muhakkak ilk gözlerimi açtığımda seni gördüm ben, beni ömür boyu sevicek o küçücük gözlerini...
Sonraları o gözlerin hep bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını farkettim..Kimi zaman gülüyor,kimi zaman ağlıyorlardı,ama hep benim için.
Doğru ile yanlışı ayırt etmek sen anlattığın için kolaydı .Doğruyu seçmekte bazen zorlanıyordum ya da zor geliyordu.Ama yaşanılan pişmanlıklar ,yine ve yine hep seni haklı çıkarıyordu...
Gülen gözlerin hep bana sevildiğimi söyledi. Benim için değişmeyecek tek doğru oydu.Senin kızın olmak her günkü gibi çok güzel...
Koşulsuzca sevilmeyi daha çok uzun zamanlarda seninle birlikte yaşamak istiyorum ve seni her günkü gibi çok seviyorum.
Anneler günün kutlu olsun annecim.
IRMAK


 



Blogs Union
"Blog Tanıtımında Tek"
En iyi blog
Bu blog
En iyi blog
Aday adayıdır
Bloggo Ekle
counter
Türkiye WebBloglar AlemiRehberTurk